30 Aralık 2011 Cuma

içimden...




İnsanlar icten ice kendilerinin yalniz olduklarini dusunurler. Acaba bu gercek bir yalnizlik midir yoksa sadece yalniz oldugunun farkina varmaya gec kalmak midir?... Havanin pusulu olmasi icimizin kararmasi icin yeterli bir sebep degil ki ya hic günes yuzu gormeyen insanlar ne yapsin! Mesela kutuptakiler! Alti ay gunduz yok ...!

Bahane bulmada yok uzerimize tamam hersey guzelde birazda silkinip kalkmamiz lazim. Bu ölü toprağı atmamız lazım üzerimizden...


 Aslinda bir yerde var bir hata belki ben farkinda degilim. Mesela insan hatalarini gormez ya hani onun gibi belkide. Ne bileyim kilif aramaya gerek yok yani. Bu iste bir yalnizlik var mesela. Aslinda ne kadar gulsemde bazen sadece mimiklerle gecistiriyorum hayati. Hicbir sekilde kafama takmiyorum dunyayi, bazen bakiyorsun kedi gibi uysalim, bazen bir kartal kadar yirtici, bazen de bir hic kadarim. Iste hersey burada bitiyor. Hic olacaksin aslinda, oldugun kadarsin nede olsa....

1 Eylül 2011 Perşembe

TEK BİR HAYATINIZ VAR!


Dinle oğlum: Bunları sen küçük ellerinden biri çenenin altında yumruk olmuş, sarı saçların terden ıslanmış, alnına yapışmış bir halde uyurken söylüyorum. Odana gizlice, tek başıma girdim.Sadece birkaç dakika önce, kütüphanede oturmuş gazetemi okurken, güçlü bir pişmanlık dalgası her tarafımı sardı.Suçluluk içinde kalkıp, yatağının başucuna geldim.
Düşündüklerim şunlardı oğlum: Sana kızmıştım. Okula gitmek için hazırlanırken, yüzünü havluyla şöyle bir sildin diye sana bağırmış,ayakkabılarını temizlemediğin için seni azarlamıştım.Eşyalarını yere attığın için öfke içinde haykırmıştım. Kahvaltıda da hata buldum. İçeceklerini etrafa sıçrattın,yiyeceklerini alel acele yedin. Dirseklerini masaya koydun, ekmeğine tereyağını çok kalın bir tabaka halinde sürdün. Sen oynamak, ben de trene yetişmek için çıkarken, bana döndün, elini salladın ''Güle güle baba'' dedin. Ben ise irkildim ve''omuzlarını dik tut'' cevabını verdim.
Öğleden sonranın geç saatlerinde herşey yeniden başladı.Eve gelirken seni dizlerinin üstünde eğilmiş, misket oynarken gördüm. Çoraplarında delikler vardı. Seni arkadaşlarının önünde,benimle eve gelmeye zorlayarak aşağıladım. Çoraplar çok pahalıydı ve eğer parası senin cebinden çıkıyor olsaydı,daha dikkatli olurdun. Bir düşün oğlum, bunlar bir babanın lâfları.
Daha sonra, ben kütüphanede okurken, gözlerinde acı dolu bir bakışla nasıl çekingen çekingen içeri girdiğini hatırlıyor musun? Gazetenin üstünden, rahatsız edilmiş olmanın verdiği sıkıntıyla sana baktığımda, kapıda durakladın.Ben ise ''ne istiyorsun'' diye kükredim.
Hiç birşey söylemedin ama aceleyle bana doğru koştun, kollarını boynuma dolayıp beni öptün. Küçük kolların Allah'ın yüreğine yerleştirdiği, sana yaptıklarımın bile solduramadığı o büyük sevgiyle boynumu sıkıyordu. Sonra koşa koşa merdivenlerden çıkıp gittin.
Evet oğlum, bundan hemen sonra gazetem ellerimden kaydı ve müthiş bir korku her yanımı sardı. Adetlerim bana neler yaptırıyor?Hata bulma adetim, azarlama adetim.
Sana bir çocuk olduğun için verdiğim ödül bu mu? Seni sevmediğimden değil ama bir çocuktan çok fazla şey beklemiştim.Seni kendi ölçütlerimle değerlendirmeye kalkıyordum.
Oysa karakterinin o kadar iyi o kadar güzel yanları vardı ki.Küçük yüreğin, dağların ardından söken şafak kadar büyüktü.Ve bunu gelip bana iyi geceler öpücüğü vererek gösterdin.Bu akşam başka hiçbir şeyin önemi yok oğlum. Karanlıkta yatağının başucuna geldim ve utanç içinde diz çöktüm.
Bu çok yetersiz bir af dileme çabası. Bunları sana sen uyanıkken söylersem anlamayacağını biliyorum. Ama yarın gerçek bir baba olacağım. Seninle dost olacak, sen acı çektiğinde bende çekecek, sen güldüğünde ben de güleceğim. İçimden kötü sözler etmek geldiğinde dilimi ısıracağım.Sonra kendime hep şu sözleri söyleyeceğim:O sadece bir çocuk, küçük bir çocuk.
Korkarım seni sanki bir yetişkinmişsin gibi gördüm.Ama şimdi seni yatağında dertop olmuş, yorgun, uyurken görüyorum da oğlum, hâlâ bir bebek olduğunu anlıyorum.Daha dün başını omzunun üstüne koyduğun anneciğinin kucağındaydın. Senden çok fazla şey bekledim, çok fazla.

 W. Livingston Larned

13 Ağustos 2011 Cumartesi

Kendini bilmek!

Adamın biri bilge bir kral olmakla ün salmış olan kralın yanına gider. Krala şunu sorar..
- Efendim söyleyin bana hayatta özgürlük varmıdır ? Elbette' der.
Kaç bacağın var senin ?
Adam soruya şaşırarak efendim der. Kral..
- Pekala, tek bacağının üstünde durabilir misin ?
Elbette diye cevap verir adam. Kral..
- O halde hangi bacağın üstünde duracağına karar ver.
Adam biraz düşünür ve sol bacağı üstünde durmaya karar verir. Tamam der kral. Şimdi de öteki bacağını kaldır. Adam şaşırır. Bu imkansız kralım der. Gördün mü ? der kral özgürlük budur. Sadece ilk kararı almakta özgürsün. Ondan sonrasında değil. Hayat gerçekten böyleydi. İlk kararı alıyordun ve gerisi o ilk karara bağlı olarak gerçekleşiyordu.
Hayat hata kabul etmiyordu. İlk kararın doğruysa işler yolunda gidiyordu ama eğer yanlış bir karar aldıysan, her şey zincirleme yanlış gidiyordu. Hayat kararlardan ibaretti ve kararlar birer kibritti. Doğru yerde ateşlediğinde seni ısıtacak ateş, çorbanı kaynatacak ateş oluyordu, yanlış yerde ateşlediğin vakit ise içinde bulunduğun evle birlikte senide yakıyordu. Hayat öyle basite alınacak bir oyun değildi. Oyunun kurallarını bilmen ve ona göre oynaman gerekiyordu. Ama çoğu zaman oyunun kurallarını bilmek yetmiyordu. Çok daha önemli olan başka bir şey vardı.
Kendini bilmek ; Ne istediğini, neyin seni mutlu edeceğini ve kim olduğunu, neler yapabileceğini bilmek zorundaydın. Ancak o zaman doğru kararlar veriyor ve mutlu bir hayata sahip oluyordun. Ve kararlar birer kibritti ; Ya kendini yakıyordun ya da ısıtıyordun...!

12 Ağustos 2011 Cuma

Yarınlara...




Karanlık hava
Bulutlu bir gökyüzü
İnsanların içine doğan kasvet
Nedendir bilir misin?
Korkudan...
Bir daha yaşayamayacağı,
Bir daha koşup oynayamacağı
Bir daha bakıp gözlerini kamaştıramayacağı
Güneşi göremeyeceği için...

Şerha şerha açılan yaralar olur
Karanlıklarda...
Korkular sarsada bedenini
Hep bir sonraki günün
Güneşini bekleriz aslında!
Hep yıldızlı göğü sorarız
Bir ümit doğar, ağaran gökyüzü adına
Kahve falları baktırırızya hani...
Hani merak ederiz ya neler olacağını
İşte böyle bir şeydir
Güneşin doğuşunu beklemek!

Beklemek güzeldir
Eğer görülecek aydınlık yarınlarsa!
Gülen yüzler ve gözler olacaksa...
İçine iyiye ve güzele dair bir ümit doğacaksa,
Güzel dostlukların ve birlikteliklerin olacağı yarınlara...

Yunus Emre Tatar
12.08.2011
Bir Ramazan sabahında...

9 Ağustos 2011 Salı

Kim var ki!...


Kimi bekliyorsun hala,
Evinden kitaplarından uzakta mısın
Arada bir telefon et kendine
Kendine mektuplar yaz yanıt beklemeden
Kartlar gönder kendine her gittiğin uzaklardan
Sevgilim diye başlayıp öperim diye biten
Senin senden başka kimin var ki arasın

İnince trenden ya da uçaktan yalnızlığın
Sevinçle karşıla yanlızlığını garlarda hava alanlarında
Ayrılışlarda da sarılıp öpüş yanlızlığınla
Ugurla kendi kendini dönüşsüz yolculuklara
Bekle kendini uzak yolculuklardan dönersin diye
Senin senden başka kimin var ki beklesin

İçki masalarında bir başına mısın
Kendinleysen yetmelisin kendine
Çoğaltıp yanlızlığını konuş bir çok kendinle
Kaldır içki bardağını kendi şerefine
Ağlaşarak gülüşerek tartışarak kendile
Senin senden başka kimin var ki bulasın

Düşmanlarının saldırılarından yuvarlandıkça yerlere
Tutup kendi saçlarından kaldır kendini
Seni sana bildirecek kimsen yok başka kendinden
Ölünce senin bile haberin olmayacak öldüğünden
Haber ver kendine ki öldüğünü bilesin
Kimin var ki senin sana öldüğünü söylesin

Kendi kendinin hem konuğu hem ev sahibisin
Zamanın varken ağırla kendini sarılıp öperek
Biliyorsun nasıl olsa yakın o gelecek
Kimileri diyecek
Daha şimdiden sev kendini sev kendini SEVVVV
Kimin var ki senin seni senden başka sevecek..

Aziz Nesin

Bu Şehir...


Islak sokaklar mevsimindeyiz artık
Bu kalabalık şehre hüzün yağar bu zamanlar
Yalnızlık yağar caddelerine
Darmadağın saçlar, ıslanmış yüzler hep yere bakar
Kahveleri bile dert yüklenir
Çayları daha bir demli
Unutulan sevgililer hatırlanır veya sevgililer unutulmaya çalışılır
Bu mevsimde vitrinleri az sulu rakı gibidir bu şehrin
Her adımın yalnızlığa uzanır
Yine de hızlı adımlar atılır, koşulur bu sokaklarda
Herkes kendi türküsünü söyler yüzünü buruşturarak,
Herkes kendi hikayesini en acıklı sanır
Kendisi koca bir yalanken gerçeği arar bu şehir
Sokakları gibi evleri de acı doludur, gözyaşları taşar pencerelerinden…
Geceleri gerçeklerini saklar da, her gün başka bir maske takar insanları…
Hayatları vardır anlatıkları, bir de tek başına kalınca yaşadıkları…
Aşkları bir damla gözyaşında boğulur bu şehrin
Onun için geceleri yeni hayatlar yazılır kimsenin bilmediği zamanlara
Onun için kimse üzülmez gidenlere ve acır geride kalanlara
Herken kendi türküsünü söyler bu şehirde sadece kendi acısına ağlar
Herkesin tiyatrosudur bu şehir herkesin en yalandan sahnesi
Ve onun için bulunmayı bekler bu şehrin denizlerinde incilerin en sahtesi
Yine de yalan olduğunu bile bile hergün aynı oyunu oynar bu şehrin insanları
Herkes kendi hikayenini en acıklı sansa da her geceyi pembeye boyar gündüzün yalanları…

Bu şehir en çok sevenini aldatır
En çok sevenini üzer hiç acımadan
Sokaklarında gezmek de bir savaştır burada hayatta kalmak da…
Ve çok zordur buna rağmen ayrı kalmakta
Nefret etmek çok kolaydır bu şehirden
Küfür etmek çok kolay
Yine de ayrılamaz aldattıklar, ayrı kalamaz…
Her gidişinde dönüşü özler, onsuz kalamaz
Bu şehrin sokakları hüzün doludur, acı doludur her zaman
Her bir köşesinde bir hikaye gizlenir
Boş sokaklarında gece yarısı masallar anlatır bu şehir
Bir kez göreni 100 kez aldatır…
Onun için adımlar hep hızlı atılır, koşulur bu şehrin sokaklarında…
Çektirdiği onca acıya rağmen her zaman bir başkadır…
Her zaman ilktiri tektir ve sondur bu şehir
Ve en kalabalık caddesi görünmeyen acılardan bir nehir
Yine de hızlı adımlar atılır, koşulur bu sokaklarda
Herkes kendi türküsünü söyler kimseyi umursamadan
Herkes hergün insanlığından bin defa utanır.

Abdullah Özdoğan

8 Ağustos 2011 Pazartesi

Vecihi Hürkuş Kimdir ?



İsmini çoğumuz sadece Türk filminde beceriksiz pilot Şener Şen sayesiinde duyduk.

Vecihi Hürkuş (1896 - 1969), Türk Pilot Astsubay ve mühendis. Türk havacılık tarihinin en önemli isimlerinden biridir.

6 Ocak 1896 tarihinde İstanbul'da doğdu. I. Dünya Savaşı'na katıldı. Yaralanınca İstanbul'a dönerek Yeşilköy'deki Tayyare Mektebi'ne girerek Pilot Astsubay olarak mezun oldu. Birinci Dünya savaşı sırasında pilot brövesi alarak 7. Tayyare Bölüğü'nde Ruslara karşı harekata katılan Vecihi Bey başarılı keşif ve bombardıman uçuşları yapmış ve bu arada girdiği bir hava muharebesinde bir Rus uçağını indirmiştir. Vecihi Hürkuş, uçak düşüren ilk Türk tayyarecidir.[1]Daha sonra Ruslara esir düşen Vecihi Bey Hazar Denizinde bulunan Nargin Adasından yüzerek İran üzerinden kaçmayı başarmış ve yurda dönerek 1918 yılı yaz başında Yeşilköy'de konuşlanmış bulunan 9. Harp Tayyare Bölüğü'nde görev almıştır.

Bu bölükte görevli iken bir av uçağı tasarımı yapan Vecihi Bey'in bu projesi Mondros ateşkes anlaşmasının imzalanması ile yarım kalmıştır. Kurtuluş Savaşı'na katılan Vecihi Bey, özellikle İnönü ve Sakarya savaşı sırasında çok başarılı keşif ve destek uçuşları yaptığı gibi bir Yunan uçağını da indirmiştir. Kurtuluş Savaşı'nın ilk ve son uçuşunu yapan pilottur. İzmir (Gaziemir - Seydiköy) hava meydanına ilk giren ve işgal eden kişi olur.

Vecihi Bey'e kırmızı şeritli İstiklal Madalyası verilmiştir. Ayrıca TBMM tarafından üç kez Takdirname verilmiştir. Üç takdirname verilen tek kişidir.

Savaştan sonra İzmir'de yeni tayyarecileri eğitmeye başlar. Edirne'ye yanlışlıkla inen bir yolcu uçağını almakla görevlendirilir. Hizmeti karşılığı uçağa "Vecihi" adı verilince, uçak inşa etmek düşünceleri canlanır. İzmir Seydiköy Hava Mektebi'nde -bugünkü Gaziemir Hava Teknik Okullar Komutanlığı- uçak yapımı projesine devam eder. 1924'te ganimet olarak Yunanlılardan ele geçen motorlardan yararlanarak ilk Türk uçağını imal eder. 28 Ocak 1925'de "VECİHİ K-VI"adını verdiği uçağını uçurur. Ancak ödül yerine onu ceza beklemektedir. Vecihi Hürkuş'un ödül beklerken ceza almasının nedeni, havacılıktan anlayan kimsenin bulunmamasıydı. İzin verecek merci olmadığı için, izinsiz havalanmış, bu yüzden de cezalandırılmıştır.

Daha sonra askeri havacılıktan ayrılarak uçak tasarımı ve yapımı çalışmalarına devam etmiştir. Havacılığa gönül veren Tayyareci Vecihi Hürkuş da sadece Türk havacılık tarihinin değil, belki de tüm Türkiye tarihinin en ilginç simalarından birisiydi.

1930'da Kadıköy'de bir keresteci dükkânını kiralayarak, 3 ay içinde ilk Türk sivil uçağını, aslında ikinci uçağı VECİHİ K-XIV'ü inşa etti. İlk uçuşunu 16 Eylül 1930'da Kadıköy Fikirtepe'de büyük bir kalabalık ve basın topluluğu karşısında yapmıştır. Bu uçuştan sonra VECİHİ K-XIV ile önce Yeşilköy'e, sonra Ankara'ya uçmuştur. Uçabilirlik Sertifikası için İktisat Bakanlığına başvurmuş, 14 Ekim 1930'da “Tayyarenin teknik vasıflarını tespit edecek kimse bulunmadığından gereken vesika verilmemiştir” cevabını almış. Hürkuş, bunun üzerine bakanlık nezdinde yapılan girişimler sonucu uçağa istenen belgenin alınması amacıyla uçağı sökerek demiryollarından kiraladığı vagonla Çekoslovakya’ya gönderilmesi için müsaade almıştır. Hürkuş, 6 Aralık 1930’da Prag’a geldiğinde henüz tayyare gelmemişti. Tayyareye ait statik raporu gibi resmi evrak önce Çek diline çevrilmiş, uçak gelince tekrar monte edilerek uçağın malzemeleri ve her türlü teknik kontrolü yapıldıktan sonra uçuşu istenmiş. Her türlü uçuş şekilleri ile uçuşun kontrolü tamamlanmıştır.

Hürkuş 23 Nisan 1931’de Çekoslovakyalı yetkililer tarafından civardaki bir gazinoda düzenlenen bir törenle, başköşesinde “Yaşasın Türk Tayyareciliği” yazılı bir pankartla onurlandırılarak uçuş müsaadesini almıştır. 25 Nisan 1931’de Çekoslovakya’dan uçarak Türkiye’ye gelmek için yola çıkıp 5 Mayıs 1931’de Türkiye’ye gelmiştir.

Vecihi Hürkuş, 1931 yılında, THK (Türk Tayyare Cemiyeti) yararına Türkiye turu yaptı. Birinci Tur (02.09.1931): Ankara, Kızılcahamam, Gerede, Bolu, Ereğli, Zonguldak, Cide, Sinop, Samsun, Trabzon, Of, Rize, Gümüşhane, Bayburt, Suşehri, Zara, Hafik, Sivas, Şarkışla, Akdağmadeni, Sorgun, Yozgat, Sungurlu, Kalecik, Ankara.

İkinci Tur (09.11.1931) : Ankara, Gölbaşı, Bağla, Şereflikoçhisar, Aksaray, Konya, Beyşehir, Seydişehir, Alanya, Manavgat, Antalya, Fethiye, Köyceğiz, Muğla, Göktepe, Kale, Tavas, Karacasu, Babadağ, Denizli, Çal, Çivril, Karahallı, Ulubey, Uşak, Kütahya, Eskişehir, Çukurhisar, İnönü, Bozüyük, Karaköy, Söğüt, Geyve, Adapazarı, İzmit, İstanbul.

1930'lu yıllarda ilk Türk Sivil Havacılık Okulu'nu (Vecihi Sivil Tayyare Mektebi 1932) açmıştır. Okulda ilk Türk kadın pilotumuz Bedriye Gökmen ile birlikte 12 pilot yetiştirmiştir. İstanbul Kadıköy'de (Kalamış)İlk sivil uçağımız VECİHİ K-XIV, ilk eğitim ve spor uçağımız VECİHİ K-XV, 160 Beygirlik Mersedes uçak motorlu deniz kızağı VECİHİ SK-X üretilmiştir. Nuri Demirağ Bey, bir tayyare yapımı için 5000 TL vermiş, böylece 1933’de Vecihi Hürkuş tarafından NURİ BEY adı verilen VECİHİ K-XVI kabin uçağı yapılmıştır. Vecihi Bey zor koşullarda eğitim yaparken bazı kurumların, örneğin TEKEL idaresi’nin ve İŞ BANKASI’nın reklamlarını yapmış, bazı vatansever yetkili kuruluşların da yardımları olmuştur.

1954 yılında İlk sivil havayolu şirketimiz Hürkuş Havayollarını kurmuştur.

Türk Havacılık tarihinin en üretken ve girişimci kişilerinden olan Vecihi Hürkuş Ankara'da 16 Temmuz 1969 tarihinde Gülhane Askerî Tıp Akademisi Hastanesi'nde vefat etmiştir.


Türk havacılık tarihinde ilklerin yaratıcısı ve Kurtuluş Savaşı kahramanlarından Vecihi Hürkuş adına 2007 Kasım ayında kurulan dernek, Vecihi Hürkuş’u tanıtmak amacıyla etkinliklerine devam ediyor.

1924 yılında İlk Türk tayyaresini, 1930’da ise ilk sivil uçağı inşa eden Hürkuş, ilk Türk sivil havacılık okulunun ve ilk özel Türk havayolu şirketi Hürkuş Hava Yolları’nın da mimarıydı. Tayyareci Vecihi Hürkuş Müzesi Derneği, Vecihi Hürkuş’un ailesinin, ilk hava pilotlarının ve uçakların re-simlerinin yer aldığı fotoğraf sergisi’ni Acıbadem Tepe Nautilus’da açtı. Derneğin Yönetim Kurulu Başkanı Bahadır Gürer, kuruldukları günden bu yana Vecihi Hürkuş’un adını yaşatmak, gençlere sevdirmek ve sivil havacılığa özendirmek için etkinlikler düzenlediklerini belirtti…


Kaynaklar:
http://tr.wikipedia.org/wiki/Vecihi_H%C3%BCrku%C5%9F
http://www.gazetekadikoy.com/d​ergi08/haziran/08.asp

6 Ağustos 2011 Cumartesi

ne gül olmak kolay nede bülbül olmak ...



Bir küçücük gül ile minicik bülbülün aşkıdır bu. Biri ottur, biri kuştur diye küçümseme gafletine düşmeyesiniz. O minicik bülbül ki; boyuna posuna, bir lokmacık etine bakmadan semada uçuşup dururken öyle bir koku almış ki, bir anda başı dönmüş kolu kanadı kırılmış. Gülün rayihasının meftunu olup acep nerden gelir bu koku diye uzun bir müddet bu güzel kokunun sahibesini aramış. Bulamayınca da yüksek bir yere konup yanık yanık ötmeye başlamış.

Kaşları yayım çehresi ayım,
Benlerim çoktur akranım yoktur,
Bir yüzüm ahım zülfü siyahım,
Bakıp durmalı cana sarmalı hemen almalı.


Gül uzaklardan gelen bu hoş serencamı işitmiş ve o da bu güzeller güzeli sesin sahibine bir anda meftun olmuş. Rayihasından olabildiğince kokuları rüzgarın peşi sıra savurmuş. Bülbül rüzgarın peşi sıra gelen bu kokuyu takip etmiş. Bülbül gülü görmeden kokusuna meftun olmuş gül bülbülü görmeden sesine aşık olmuş. Aşıkla maşuk vuslat hasretiyle yanıp tutuşurken kavuşmaları çok uzun sürmemiş. Derken, vuslat hasrete mani olamamış. Bülbül güle öyle sevdalanmış ki onun her halini görmek istemiş. Yaprağın da benim, dikenin de benim, ezan da benim, cefan da benim olsun demiş. Gül de sevdalısına en güzel kokularını sunabilmek için bir açmış, bir solmuş, bir solmuş, bir açmış. Ona en güzel halini göstermek istemiş. Gül kokusuyla dile gelmiş.

Ah benim efendim servi bülendim
İzzette yekta saadette bihemta
Muhabbette la nazir güzellikte bi kusur
Candan azizim şekerden lezizim
Efendim canım sultanım makbulünüz olmaktır niyazım.


Her aşkın bir cilvesi vardır. Bülbülle gülün aşkının cilvesidir, kavuşup hasretlerinin son bulmamasıdır. Yani vuslatın hep bir başka bahara kalması. Bülbül öttükçe gül açmış, açtıkça kokusu bütün aleme yayılmış, gül utancından gonca haline dönmüş, bülbül gülün bu halini görebilmek için ötmüş, ötmüş, ötmüş. Gelgelim gülün tomurcuktan gonca haline geçtiği sıra bülbül hep bitap düşüp yorgunluktan gaflete, uykuya dalmış. Her uyandığında gül açmış, bülbül feryat edip göremediğine yanmış…
O günden beri her sabah vakti bu ızdıraplı aşk tekerrür edip durmuş. Bülbül sevdiğinin gonca halini görebilmek ümidiyle bir ömür ötmüş. Gül ise sevdiğinin en güzel halini görebilmesi ümidiyle bir ömür boyu açmış açmış, solmuş.

“Ne gül sevmek kolay, ne de gül olmak.”
Bülbül olmayı seçtiysen bir ömür yanacaksın. Gül olmayı seçtiysen bir ömür solacaksın.

4 Ağustos 2011 Perşembe

Eyfel Kulesi...



Eyfel Kulesi 1887 ile 1889 yılları arasında Gustave Eiffel'in firması tarafından, Fransız Devrimi'nin 100. yıl kutlamaları çerçevesinde inşa edilmiştir. Aslında Eyfel Kulesi'nin mimarı Gustave Eiffel değil, İsviçreli Maurice Koechlin'in siparişi üzerine tasarlayan Stephen Sauvestre'dir. Meslektaşı Emile Nouguier ile beraber ilk tasarımları yapmıştır. Eyfel Kulesi'nin, 7.739.401 Frank 31 Sent tutan inşaat masrafları, Gustave Eiffel'in tahminlerinin 1 milyon frank üstündedir. 1889 yılındaki açılış tarihden önceki 5 ayda 1,9 milyon kişi ziyaret edince, yıl sonuna kadar toplam masrafın 3/4'ü çıkartılmıştır. Böylelikle Eyfel Kulesi, daha başından, kazanç sağlayan bir şirket görünümüne bürünmüştür. 3.000 işçi 26 ay boyunca 18.038 adet demir parçayı 2,5 milyon perçinle bir araya getirmiştir. Hiç ölüm vakası yaşanmamış olması, o günün şartlarında şaşırtıcı bir durumdur. 1902 yılında yıldırım çarpınca, kuleyi ışıklandıran lambalar ve bazı bölümler zarar görmüş ve yeniden yapılmıştır.

Ancak bu arada Eyfel Kulesi, onu bir utanç lekesi olarak gören Paris halkının tepkisini de çekmiştir. Bazı sanatçılar devasa bir sokak lambasına benzetirken, bir fabrika bacası gibi Paris'in görsel itibarını zedeleyeceğini ileri sürmüşlerdir. Böylelikle devrin sanatçı ve edebiyatçı çevresinde bir kampanya başlatılmış, bu kampanya süresince ünlü sanatçıların imzaladığı bildiriler dağıtılmıştır. Ünlü romancı Guy de Maupassant'ın kuleden nefret ettiği ama her öğle yemeğini de oradaki lokantada yediği görülünce, "Ne yapayım kuleyi göremeyeceğim başka bir yer yok" cevabını vermiş. Ünlü kadın casus Mata Hari'yi yakalamak için kuleden faydalanılmıştır. Hitler yenilip de, müttefikler Paris'e yaklaşınca, Hitler General Dietrich von Choltitz'e hem kuleyi, hem de tüm Paris'i yıkmasını emretmiş ama general 'Tarihe Eyfel kulesini ve Paris'i yıkan adam olarak geçmek istemiyorum" diyerek, emre karşı gelmiş.

1985'de James Bond filmlerinden A View To Kill (Öldüren Manzara) burada çekilmiştir. James Bond rolünde Roger Moore oynuyordu. Bond kızı Grace Jones da film icabı paraşütle kuleden atlamıştır.
Bugün ise Eyfel Kulesi, Dünya'nın en güzel mimari yapılarından biri olarak kabul edilir. Parisliler onu Demir Bayan olarak adlandırırlar.

İlk başlarda Eiffel, kuleye sadece 20 yıl için müsaade almıştı. Dolayısıyla, 1909 yılında kulenin sökülmesi gerekiyordu. Ancak kule, iletişim için çok uygun yüksekliğe ulaştığından ve yeni yüzyılda Atlantik ötesi haberleşmeye imkan tanıdığından, kalmasına izin verildi.

14 Haziran 2011 Salı

Siz babanıza hiç "seni seviyorum" dediniz mi ...


Bugün bir yazı okudum ve aklıma babam geldi…
Şimdi bir çok arkadaşım beni hiçbir şeyden çekinmez biri olarak tanır ki öylede bir yapım vardır. Ama düşündüm de acaba bu güne kadar yapmaktan çekindiğim ne var … Buldum evet vardı…
Babamın boynuna sarılırken hep bir tereddütte kalırım. Kızacağından değil, görmemişlikten. Ne yapalım. Biz kırsal kesimin çocuklarıyla hayat arasındaki yol normal insanların yollarından daha bir kötüdür. Bizim yollarımız hep patikadır. Taşlıdır yollar, hafif hız yaparsan savurur seni uçurumların diplerine…
Bu kadar rahatım ama düşünmedim değil neden böyle oluyor diye … dedim ya kırsalda yaşayan insanların çocuklarına olan sevgileri genelde içlerindedir. Hiç unutmam bir gün babam hasta oldum diye işini gücünü bırakmış ağlayarak geliyor. O arada bende havale geçiriyorum. Bana sarılışını belki mezara girsem unutmam. Evet arkadaş ben babama belki öyle ahım şahım “seni seviyorum” diyemedim ama bari sizin demeniz için bir şey yapayım… Bunu yapıyorum diye söylemeyeceğim anlamına gelmez. İlk fırsatta bunu yapacağıma söz verdim kendime…
Sizde kendinize bir söz verin bir kez olsun babanızın boynuna öyle bir sarılın ki ona “Baba Seni Seviyorum” diyin… bunu anneniz içinde yapın .. ama yapın. Üç günlük dünyada bir daha seni seviyorum deme şansımız olmaya bilir…

Çünkü "Savaşın ortasında komutansız kalmaktır babasız kalmak"

--------------------------------------------------------------------

Savaşın ortasında komutansız kalmaktır babasız kalmak"

Babanız öldüğünde büyüyorsunuz...
Artık soru soracağınız öğreneceğiniz azarını duyacağınız takdirini
alacağınız akşam eve dönerken yolunu gözleyeceğiniz korkacağınız
bir babanız yoksa büyüyorsunuz...
Yarınınızdan sorumlu tuttuğunuz,her istediğinizi almak zorunda olan
o kişi yoksa artık...
Hep sessiz ağlayan ,suskun seven en zor dönemde bile yıkılmaz görünen
sırtınızı dayadığınız çınar ağacınız yoksa artık...
Büyüyorsunuz o zaman işte...

"Savaşın ortasında komutansız kalmaktır babasız kalmak"

Kaç yaşınızda olursanız olun, babanız yaşıyorsa hala çocuksunuzdur...

7 Haziran 2011 Salı

istanbul boğazının hikayesi ...



Boğaz'ın en eski yerleşimcilerinden olan Bizanslılar, buraya Bosporos (Yunanca: Βόσπορος) adını veriyordu. Bu sözcük inek ya da öküz anlamına gelen βοῦς (bous) ve yol, geçit anlamlarına gelen πόρος (poros) adlarının birleştirilmesiyle türetilmişti. Öküz ya da inek geçidi anlamına gelen Bosporos adını taşıyan boğaza bu adın verilmesi Yunan mitolojisinde baştanrı Zeus'un, İo adında bir kıza âşık olması olayına dayanır. Hikâyeye göre İo nehirler tanrısı İnahos'un kızıdır. Tanrıların kralı olan Zeus bu güzel kızı görünce ona âşık olur ve eşi Hera'dan gizlice onunla birlikte olmaya başlar. Bir gün Hera'ya yakalanmak üzereyken kendini bir buluta, İo'yu ise bir ineğe çevirir. Aldanmayan Hera, ineği hediye olarak eşinden ister. Onu Zeus'tan uzak tutmak adına Argos Panoptis adlı canavarın gözetimine bırakır. Ancak Zeus, Hermes'i yollayıp Argos'u öldürtür. Bunun üzerine Hera, ineğe dönüşmüş İo'yu sürekli rahatsız etmesi için ona bir sinek musallat eder. Sinekten kurtulmak için var gücüyle koşan İo boğaza geldiğinde kendini boğazın sularına bırakır ve bu engeli yüzerek geçer. Kıyıya çıktığı yerde Keroessa adında bir kız çocuğu doğurur ve bu kız büyüdüğünde denizler tanrısı Poseidon ile evlenerek Byzas adında bir oğlan dünyaya getirir. Bu çocuk doğduğu yerde kendi adını verdiği Byzantion kentini kurar. Bu mitolojik öyküler hem İstanbul şehrine hem de Boğaz'a adlarını vermelerinden dolayı önemlidir.

Boğaz'ın antik dönemde kullanılan adlarından olan Bosporus'un kökenine ilişkin ortaya atılan bir başka görüş de sözcüğün Fosforos (Yunanca fosforlu, ışık saçan)' dan geldiği yönündedir. İstanbul Boğazı batı dillerinde hâlâ bu ad ya da bu adın değişik biçimleriyle bilinmektedir. Eski Türk kaynaklarında ise İstanbul Boğazı'nın Halîc-i bahr-i rûm (Marmara Denizi Boğazı) Halîc-i bahr-i siyâh (Karadeniz Boğazı), Halîc-i konstantiniyye (Konstantiniye Boğazı), Merecü'l bahreyn / Mecma'ül bahreyn (İki denizin birleştiği yer) ve İslâmbol Boğazı gibi adlarla anıldığı görülmektedir.

25 Mayıs 2011 Çarşamba

SAHİ NEYDİ AŞK ?


Aşk ...

Yapmak istiyorum bunu anlatmak istiyorum.
Nedir aşk ..?
Tutku , bağlılık , sevgi , saygı , sen ve benden ziyade biz olmak , ihtiras , kıskanmak ...
Peki aşk insana her şeyi yaptırır mıydı ?
Evet , tabi ki de .. Aşkın olduğu yerde gurur , mantığa dayalı hiçbir şey kalmaz. Aşk güzeldir yahuu , hele bir de karşılıklıysa değme keyfine ..
Tüm günü beraber geçirirsin akşam olup da ayrıldığında , sanki bir daha hiç görmeyecekmiş gibi bir hüzün çöker , sarılırsın bırakmazsın ya aşktır işte bu. Bütün günlerin gecelerin birlikte geçsin istersin. Özlersin , kokusuna hasret kalırsın. Doymak istersin sonuna kadar , doymak doymak ama asla doyamamak istersin. Onu öyle seversin ki , körleşirsin . Adeta bir mahkum misali tüm isteklerini harfiyen yerine getirirsin . Bıkmadan usanmadan ve aşkla . Sen onu seviyorsun ya , oda seni seviyor ya gerisi hiç önemli olmaz hayatında. Çok mutlu olursun ama çok korkak. Hatta gizlice ağlarken bulursun nadir zamanlarda kendini. Sonra birden, hiddetlenirsin kendine. Her şey yolunda çok mutluyum, neden böyle oluyor dersin defalarca ve tam da o anda onu kaybetme pervasının dört bir yanını sardığını hissedersin. İşte tam bu an ona en derinden alışmaya başladığın andır. Bir anın bir anını tutmaz , durduk yere sırıtıp durursun .. Kendine engel olamazsın , hep gülümser çevrene pozitif enerji saçarsın. Bazen araya ayrılıklar , özlemler girer .. Bu seni ona daha da bağlar. Özlem arttıkça bağlılık da artar. O yokken eksik hissedersin , ne yediğinden , ne güldüğünden , ne ettiğin sohbetten , gezdiğin yerden zevk alamazsın bazen. Bazen iki deli aşık olursunuz yollarda el ele bağıra çağıra şarkılar söyler aşkınızı cümle aleme duyurursunuz. Bazen iki dost olur kimsenin bilmediklerini birbirinizle paylaşır , ayrıcalığı ortaya koyarsınız. Bazen iki romantik olur , hoş bir müzik eşliğinde loş bir odada dans edersiniz. Bazen tutkulu iki aşık olur , utanmasızca sevişirsiniz. Bazen sevgili , kimi zaman dost , baba , oğul , arkadaş , aşk , her şeyi olursunuz birbirinizin her şeyi ..
Aşık sevdiğinin uğruna her şeyi göze almaya razıdır. Hatta sevişmeyi bile .. Sevdiğiyle bir bütün olmayı , tek bir beden olmayı , bedeninin eşsiz çıplaklığında kaybolmayı , iç içe olmayı , gözlerinde bitmeyi , aşkın , tutkunun ve ihtirasın mutlak sonsuzluğuna çıkmayı oldukça sever aşık. Sevdiğiyle yaptığı , dünyanın en basit sıradan bir olayı bile onun için sonsuz mutluluk ve eşi benzeri olmayan tarifsizliktir. Aşık en çok mutlu etmek ister. Sevdiğinin mutluluğu zaten onun mutluluğudur. Bazen onunla doyasıya aşkı yaşamak isterken , bazen ufak bir çocuk misali bir pamuk şekere kandırılmak ister. Sevilmek ister , derinden sevilmek , anne gibi sevilmek .. Sevdiğinin yanında çocukluğunu göstermeyi bildiği gibi kadınlığını da konuşturmayı bilir. Yerine göre hanım , yerine göre kadın olmayı bilir.
Ünlü düşünür Pascal ' ın aşk için söyledikleri oldukça hoş ..
"Aşk iradenin gereğidir. Her çeşit dışsal emir ve baskılardan çok usa uymak gerekir. İradenin gereği olan bu aşktan başlayıp tutkuda sona eren bir yaşam mutludur. Bunlardan birini seçmem gerekse aşk´ı yeğ tutarım. Biz aşk karakteri ile doğarız. Aşk ruhumuz yetkinleştikçe gelişir ve bizi güzel görünen şeye sürükler. Bundan sonra artık bizim bu alemde sevmekten başka bir şey için var olduğumuzdan kim kuşkulanır? ... Aşkın konusu güzelliktir ve insan evrenin en güzel nesnesi olduğu için dışarıda aradığı bu güzelliğin örneğini kendi içinde bulması gerekir. Bu itibarla insan ancak kendisine benzeyeni ve olabildiği kadar kendisine yaklaşanı sever. Sevmeye başlayınca eskisinden bambaşka bir insan olduğumuzu anlarız. Aşktan söz ede ede insan aşık olur."

İnanın ki şu söylediklerim anlattıklarımın tek bir tanesi bile aşkı anlatmaya, tarife eş değer değildir. Bir nebze bahsettim fakat aşkı tam anlamıyla anlatabilmek ne mümkün ki .. Çok başka bir şey başka bir tat, başka bir dokudur.
Aşk Allah ' ın sana lütfettiği candan öte sevmektir sevgiliyi ...
Bazen ateş olduğunu bile bile , yakarsın canını .. Acı çekeceğini bile bile uzanırsın alevin tam ortasına , ama sonunda her şeye rağmen iyi ki dersin .. İyi ki yaşamışım ..
Eugenede de Lacroix adında bir düşünür : “ Aşkı anlatabilmek için yeryüzünde var olan dillerden başka bir dil ister. “ sözüyle aşkın hiçbir dilde tarifinin olmadığını çok güzel vurgulamış ..
Daha fazla lafa söze ne hacet .. Yaşayan bilir kardeşim ..
Bir kere sevdaya tutulmaya gör , ateşlere yandığının resmidir . Aşık dediğin mecnun misali kör , ne bilsin alemde ne mevsimidir.



Sevgi SAYIN

17 Mayıs 2011 Salı

şiir-i selim...




Hani değmezdi hayat gözyaşlarıma?
Değmeyi bırak,kopardı gözlerimi bir hışımla...

Ey hayat!
Madem kastın var yaşlı bakışlarıma,
Hadi beni yaşların olmadığı diyarlara ışınla!

Ellerine kalemi kim verdi hayat?
Söylesene bana!
Neden çizdin bedenimi bir başına?
Bir yar yakışmaz mıydı yanıma?
Hayat!
Senin adın kendinden bayat...
Tabi yönetmen sensin,
İçin rahat;
Kolaysa bir gece de bu yatakta sen yalnız yat...

Kemanın sesini duyuyor musun hayat?
Eskilerden nağmeleri inletiyor,
Geçmişi geleceğe dinletiyor...
Duyuyorsundur elbette fakat;
Anlamazsın,yoktur sende o lûgat...

Geceyi seviyorum biliyorsun,
Tenimi yıldızlarla ısıtırım...
Bilirim,
Bu sebepten tutunduğum yıldızları kaydırıyorsun...
Tek sebep tense eğer hayat;
Neden bu ızdırap?
Neden Güneş'i tenime çalmıyorsun?

Hadi bir şarkı çal be hayat!
Bir kere de aydınlık makamından olsun...
Otur karşıma şöyle,
Bir kere arşa değen başım olsun...
Şerefine tokuşturalım kadehleri,
Senin şerefine...
Şeref mi ne?
Hadi bilmezsin adını,
Bilir gibi yap bir kere be!
Bozma işte!
Sen oyuncu ol bir kere de...

Bak kim gelmiş eşikten bakıyor,
Gel çekinme Memat!
Umutlarım zaten beşikten mezara akıyor!
Sen de soluma otur,
Ben aranıza geçeyim.
Hayatın elinden yine mematı içeyim...

Bazen geceyim,
Bazen gecedeyim...
Biliyorum boynum bükük,
Ve biliyorum
Di'li geçmiş zamanların hep son hecesindeyim...
Dilim tatsızdır benim.
Bilirim;
Dilli dilsizlerin en fedakar fedaisiyim!

Selim Akgün / Hayat Memat

10 Mayıs 2011 Salı

hep başkalarınındır hatalar...


hep başkalarınındır hatalar
kimsenin şucu yoktur bu işte
ne annenin "aman kızım sakın severek evlenme" değişi
ne babanın "evlenipte ne yapacaksın" değişindedir suç
suç ikisindedir...
hiç düşünmezler mi ileriyi...
hayal etmezler mi gelecekte mutlu olmanın hayalini...
hep kötü fanteziler eşliyinde mi ilerler ömür?

"bana iyi bir örnek olamadı ailem" diyende midir suç
iyi yönlerini alamayan sende bende midir?
hep yaptıkları hataları başkalarına mâl etmek isteyen
ama insan olmanın aslında hata yapmak olduğunu bilmeyen
senin benimdir suç...

"kaçacak yer arasam bulabilir miyim" diyen bende değil ki suç!
beni kaçmak için usandıran yarda değil midir?
kendimizi hep "sütten çıkmış ak kaşık" gibi gösteren bizde değildir suç
bizi bu hale getiren sevdiklerimiz değil midir?
beni eleştirin diyip, sonrasında eleştirinin dozu kaçında insanları kırmaktan çekinmeyen kişilerde değildir suç
sonunu düşünmediğimiz işlere kalkışan bizlerde değil midir ?

"sende benim gibi olacaksın kızım, annenin şansı kızına geçer" diyen annede değil ki suç
bunları sanki yaşamak istercesine kendine hayat felsefesi edinen "salaktadır"
"oğlum/kızım sakın hata yapma" dedikten sonra
küçük bir hatada kulağımız çekildiğinde bizde değildir suç
bize hata yapma lüksünü vermeyen ailelerimizdedir!

kendilerini sanki hiç hata yapmamış gibi gösteren ebeveğinlerimizde değil mi suç
yaş ermiş kemale, hala daha bize hizmet eden annemizdedir suç
kendi ayaklarımızın üzerinde duramadığımız için bizdedir suç
şimdi söyleyin asıl suç kimdedir

sende mi bende mi ondan mı yoksa "bizde midir suç" ...

Yunus Emre Tatar

16 Nisan 2011 Cumartesi

Tanrı ile Karşılaşmak




Küçük bir oğlan çocuğu Tanrı ile karşılaşmak istiyordu. Tanrının çok uzaklarda yaşadığını ve önünde uzun bir yolun olduğunu biliyordu. Böylelikle sırt çantasını çörek ve meyve suyu kutularıyla doldurup yola koyuldu. Evinden üç apartman ileride yaşlı bir adama rastladı. Yaşlı adam parkta oturmuş güvercinlere yem veriyordu.
Çocuk adamın yanına oturup sırt çantasını açtı. Tam meyve suyundan bir yudum içecekti ki adamın acıkmış olabileceğini fark etti. Çantasından bir çörek alıp adama verdi. Adam hoşnut bir şekilde çöreği kabul etti ve çocuğa gülümsedi. Adamın gülümsemesi o kadar muhteşemdi ki çocuk bunu tekrar görmek istedi. Adama meyve suyu uzattı. Adam çocuğa tekrar gülümseyerek karşılık verdi. Çocuk mest olmuştu! Bütün gün öylece oturup çörek yediler, gülümsediler; tek bir sözcük bile konuşmadılar.
Hava kararmaya başlayınca, çocuk ne kadar yorgun olduğunu fark etti. Ayağa kalkıp bir iki adım yürümüştü ki geri döndü, adama doğru koşup ona sımsıkı sarıldı. Adamsa çocuğa yaşamındaki en güzel gülümsemeyle karşılık verdi.
Kısa bir süre sonra çocuk evine varıp kapıyı açtı. Çocuğun yüzündeki mutluluğu gören annesi çok şaşırdı. "Seni bu kadar mutlu edecek ne yaptın bugün?" diye sordu annesi.
"Tanrı ile yemek yedim,"diye yanıt verdi çocuk. Annesi daha bir yanıt veremeden devam etti çocuk. "Biliyor musun? Tanrı, gördüğüm en güzel gülümsemeye sahip!"
Öte yandan, yine çocuk gibi mutluluktan ışıl ışıl olan yaşlı adam evine döner. Adamın oğlu babasının yüzündeki huzuru görünce şaşırır. "Baba, seni bu kadar mutlu edecek ne yaptın bugün?"
Adamın yanıtı şu oldu: "Parkta Tanrı ile çörek yedim." Oğlu daha bir yanıt veremeden de devam etti: "Biliyor musun, beklediğimden çok daha genç."
Çoğu kez bir insanın tüm yaşamını değiştirebilecek bir dokunuşun, bir gülümsemenin, güzel bir sözün, kulak verip dinlemenin, içten bir iltifatın ya da gösterilen en küçük bir ilginin ne denli güçlü olabileceğinin farkında değiliz. Karşılaştığımız her insan yaşamımıza belli bir neden için, belli bir süre için ya da ömür boyu bizimle kalmak için girer. Hepsini de sevgiyle kucaklayın.

(Yazarı bilinmiyor.)

15 Şubat 2011 Salı


Aşk ve Sevda ...


Gidilen bir yol, bitmez tükenmez bir sevda degil midir.

Hani gidipte zaman zaman korktugumuz bir sevda masali gibi

kimi zaman sessiz kimi zaman ürkek

korkunc bir roman degil midir aşk ?


Eline kalemi aldigin zaman

bitmez tükenmez bir arzu ile

sevdiginin adini duvarlara kazimak degil midir sevda.


Belki ümitsizligin hancer gibi saplandigi bir anda

sevgilinin sicakligini hissetmek kadar mutlu eden

kiymetli bir nesne midir aşk...

Sorarim sana...


Maşukunun yolunda bir adim atmak icin

ve kalan son paranlada ona sevgi almak değil midir aşk ?


Hani derler ya aci olgunlastirir diye,

sevdiginin yolunda aci degilde

mutluluk bulmak degilmidir sevda...


Aşk dedikleri carpan bir yürek mi sadece

yoksa kelime anlami gibi sıkı sıkı sarmak degil midir aşk...


Gözlerde kaybolup tende birleşmek degil midir sevda.

Sadece sex degildir insanlari birbirine yakinlastiran dedikleri zaman

"bu yalan" dedigin anda ki kadar aldatmak degil midir sevda...


Yoksa bunlarin hepsine sırtını dönüp

gidip bir fahişenin kollarina kendini fütursuzca birakip,

herşeyin yalan oldugunu söylerken

kendinin bile inanmadigi bir kuru iftiramidir aşk...


Yada sadece bir güne sıkıştırılmış

duygudal bir cikar elde etmek midir aşk...

Yoksa elinin tenine degdigi anda

ruh ikizim, seninim demek midir sevda..


Aldigim nefesi seninle ayni şehirde oldugum icin

kabul ediyorum demek midir aşk...

Yada cekilip en koyisuna yalnizliklarin,

kendi başina kaldiginda

"neden böyle" sorusunu sormak midir aşk


Bence eksik kalmaktan korkmak degil

sevdigini itiraf edebilme cüretinde buluna bilmektir aşk ...

Ya sen...



Yunus Emre Tatar

Br Ankara yolcuğundan ...


6 Şubat 2011 Pazar

Sevgili uğrunda canlarını öyle verirler ki, tekrar can verebilmek için tekrar dirilmek isterler...



Yedi katman var aşk için. Bu öyle bir hastalık ki, hasta bu hastalıktan zevk alıyor ve kurtulmak istemiyor. Öyle bir acı ki, aşk sahibi bunu arzı ediyor ve aşk derdine uğrayan kişi bir daha iyileşmek istemiyor. Acı çeken, acıdan kurtulmak dilemiyor. Zor gibi gözüken şeyleri de kolay gösteren de, doğuştan olan huyları ve doğal eğilimleri değiştiren de o.


"Seven" bir sıfat orada ve "sevilen" bir isim. O ismi bilmek sevmek içinde uğrunda ki ölmek içinde yeterli. Seven sevilenin uğrunda daima hasret, hicran, ayrılık, firkat acıları ile besleniyor. Acılar olmadan, uykusuz geceler olmadan huzur bulamıyor âdeta. Bu yüzden aşıklar Doğu'da, yıldızların çobanları olarak bilinir. Onların göz kapakları bulutlara ders okutur. Gözleri denizlere yansır. Sevgili uğrunda canlarını öyle verirler ki, tekrar can verebilmek için tekrar dirilmek isterler.


Aşklarında ortaklık istemezler ve rakiplerine karşı acımazsızlıkla zirvelere alçak kalır. Bu konuda şehirleri yakmak bir yana, harabeler bile yeniden harap edilecek kadar acımasız olabilirler. Öyle aşıklar vardır ki, ünlü sufi-lerden Arabi ve Mevlana'nın aşk yorumlarına hiç durmadan yeni yorumlar ilave etmek ve onların bir cümlesinden her dakika yeni bir kitap çıkarak istercesine derece derece aşkı çoğaltıp dururlar. Onlar aşklarını arttırdıkça yazıcılar bunları daha abartarak yazarlar. Aşk konusunda ciltler ve kütüphaneler dolusu bilgi üretmiştir Doğu'da. Yalnızca aşkı tanımlamak için harcadıkları mesaiyi söz gelimi hekimlik alanında harcamış olsalardı belki ölüme çare bulurlardı.


...

23 Ocak 2011 Pazar

Üçüncü Şahsın Şiiri


...
gözlerin gözlerime değince
felâketim olurdu ağlardım
beni sevmiyordun bilirdim
bir sevdiğin vardı duyardım
çöp gibi bir oğlan ipince
hayırsızın biriydi fikrimce
ne vakit karşımda görsem
öldüreceğimden korkardım
felâketim olurdu ağlardım

ne vakit maçka'dan geçsem
limanda hep gemiler olurdu
ağaçlar kuş gibi gülerdi
bir rüzgâr aklımı alırdı
sessizce bir cıgara yakardın
parmaklarının ucunu yakardın
kirpiklerini eğerdin bakardın
üşürdün içim ürperirdi
felâketim olurdu ağlardım

akşamlar bir roman gibi biterdi
jezabel kan içinde yatardı
limandan bir gemi giderdi
sen kalkıp ona giderdin
benzin mum gibi giderdin
sabaha kadar kalırdın
hayırsızın biriydi fikrimce
güldü mü cenazeye benzerdi
hele seni kollarına aldı mı
felâketim olurdu ağlardım

Attila İLHAN

12 Ocak 2011 Çarşamba

Heykel tartışması ile birbirine giren insanları izliyorum ve üzülüyorum. Neden mi ?



* İlk önce "İnsanlık Anıtı" olan heykelin bir sanat olmadığı yönünde çıkan güldürücü haberlerin ne kadar küçük düşürücü olduğuna tanık oluyoruz. Eğer o heykele sanat değil diyen insanlar varsa, onların sanat anlayışının ne olduğunu sorgulamak gerek ! Evet o heykel bir sanattır. Emek vardır, alın teri vardır,fikir vardır ve bir olguyu temsil eder. Bazıları Mehmet Aksoy'un kendini Galileo Galilei yada Michelangelo Buonarroti mi sanıyor atıfın da bulunmuşlar. Evet bu şahıslar olmaya bilir ama onlarda zamanında birer Mehmet Aksoy'du. İnsanlar gökten zembille inmiyor ve belirli çalışmalarla ve ürünleriyle bir yerlere geliyor.

*" Bazı" milliyetçi duygulara sahip arkadaşlar da yıkılması gerekli diye bir kanıya varmışlar. Ama şunu merak ediyorum. Biz ki müslümanız ve "Yaratılanı severiz yaratandan ötürü" anlayışına sahip insanlarken neden her şeye karşı sevgi beslemiyoruz. İslamiyetin temelinde "sevgi" yok mudur ? Nedir bu Ermenilere ve Yunanlılara karşı olan kinimiz anlamakta zorlanıyorum. Belki ilk adımı onlar atmıyor olabilirler ama biz onlara bir adım gidelim ve bir gül verelim. Bizde tarih boyunca 3 kıtaya sahip olduk. Bunları bize seve seve mi verdiler. İllaki savaşla kanla alındı. Geçmiş de birtakım sorunlarla karşılaştık evet ama sadece onlar değil bizde yaptık. Nasıl ki aşk tek taraflı değilse savaşlarda tek taraflı olmuyor. Biraz daha objektif bakmalıyız.

* Bazı bilim adamları yurt dışında ün kazanmadan önce kendi ülkesinden itilip kakılıyor ve dışarıda ün kazandıkları zaman sahipleniyoruz. Neden bizimle beraberken sahip çıkmıyoruz kendi insanlarımıza. Şimdi Mehmet Aksoy yurtdışına gitsin ve orada yaşasın bir heykel yaparak ödül kazansın herkes gurur duyar. Neden şimdi bizimle beraberken karalıyoruz yada rencide etme yoluna giriyoruz !!! Fikirlerine düşünceleri neden saygı duymuyoruz. Bugüne kadar yapılan heykellerin hepsini her gelen Başbakan yada Belediye Başkanı yıkmış olsaydı sizce ne kalırdı. Roma mı, Viyana mı, Mısır mı, Rusya mı, İstanbul mu ? Hangisindeki tarih eserleri yaşardı. O zaman gidip Sultan Ahmet meydanındaki "Dikili Taşı" yıkalım. Üzerinde garip garip şekiller var anlamsız!

* Birbirimizi kırmanın bu kadar kolay olmaması gerekli. O heykeli görenler var görmeyenler var. Anlamını bilenler var bilmeyenler var. Ama herkes konuşuyor. İlk önce ne olduğunu görüp, nasıl bir mantıkla yapıldığını öğrenmek gerek bence.

* Birileri "Ucube" dedi diye bir heykel yada bir sanat eseri yıkılmaz. Kars Belediye Başkanı seçimle geldikten sonra merkezdeki bir çok heykeli kaldırdı. Sizce onların akibetleri ne durumda ? Evet bilmiyorsunuz. Çünkü onların hepsi şehrin dışında belediyenin mahzenlerinde çürümeye bırakılmış halde.

Memleketlerimizede Ülkemize de sahip çıkalım. Sevelim, sevgi verelim ve bir güler yüzü birbirimizden esirgemeyelim...
Sevgilerimle ...

Yunus Emre Tatar